Son Dakika
Çarşamba sabahı, Semerkand’daki ziyaretlerimize, şehrin epey dışındaki İmam Buhârî’nin kabriyle başladık. Dostlarımızın bu mevsimde Özbekistan’da hiç görülmediğini söylediği serin bir hava ve sicim gibi bir yağmur da bize eşlik ediyordu. Genişçe bir külliyenin ortasında bulunan türbenin üzerindeki çinili kubbe, Buhârî’nin mermer sandukasını örtüyordu, ancak asıl mezar alt kısımdaydı. Külliye yönetimine ilettiğimiz ricanın kabul edilmesi üzerine, alt kata inip -kısa süreliğine de olsa- Buhârî’nin gerçek mezarını da gördük, hamd olsun.
810’da Buhara’da dünyaya gelen İmam Buhârî’nin -tam ismiyle: Ebû Abdillâh Muhammed bin İsmâil- neden memleketine çok uzak olan bu ücra köyde medfûn bulunduğu sorusu akla gelebilir. Cevap, İmam Buhârî’nin hayatının önemli bir kısmında karşı karşıya kaldığı çetin imtihanlarla yakından alakalı:
Abbâsî halifelerinden Me’mûn tarafından 833’te başlatılan ve dönemin çok sayıda âliminin cefa çekmesine, hapse atılmasına ve ölümüne yol açan “Kur’ân mahluktur” temalı ideolojik dayatma (tarihte “Mihne Olayı” olarak bilinir), İmam Buhârî’nin ilmî eserler vermeye başladığı olgunluk çağına denk gelmişti. Ahmed bin Hanbel başta olmak üzere önemli isimlerin kararlılıkla direndiği bu dayatma, Buhârî’nin de karşısına çıktı. O elbette, ilminin vakarını titizlikle korumayı ve siyasî iradeyle arasına keskin bir mesafe koymayı seçecekti. Bedeli bir beldeden diğerine sürüklenmek ve galeyana getirilmiş cahil halk yığınlarının hücumu bile olsa (kendisine “Ehl-i Sünnet dışı görüşlere sahip” yakıştırması bile yapılmıştı!), İmam Buhârî yolundan dönmeyecekti. Buhara, Merv, Nişâbur ve Horasan arasında mekik dokumak zorunda kalan Buhârî, nihayet Semerkand’a sığınmak üzere yola çıktı. Ancak ecel, 1 Eylül 870 günü, kendisini Semerkand’ın kuzeyindeki Hartenk köyünde yakalayacaktı.
Yaşarken başına gelen türlü bela ve sıkıntılara, hakkında yürütülen karalama kampanyalarına ve atılan iftiralara rağmen işine ve hedefine odaklanan insanlara, tarihin iade-i itibarı nasıl yaptığının canlı bir göstergesi İmam Buhârî. Kabrini ziyaretten ayrılırken, kaderin bu muazzam cilvesine atıf yapmadan edemedik.
***
İslâm dünyasının büyük gezgini İbn Battûta, 1333’de yolunun düştüğü Semerkand’ı “dünyanın en güzel şehri” olarak tanımlamıştı. 1370’de Emir Timur tarafından fethedildikten sonra birbirinden ihtişamlı abidelerle donatılacak olan Semerkand’ı görseydi, kim bilir neler söylerdi… Timur ve haleflerinin imar ettiği Semerkand’dan günümüze az bir kalıntı ulaşmış olsa da, şimdi görülenler bile, insanın gözlerini kamaştırmaya yetiyor.
Semerkand’daki en çarpıcı sahnelerden birini, Emir Timur’un kabri başında yaşadım. Sağ dizindeki ve sağ omzundaki fiziksel bozukluktan ötürü “Aksak” unvanıyla anılan Timur’un, siyah mermerden küçücük sandukası, hayatı savaşlarla ve seferlerle geçmiş bu büyük komutandan geriye kalanları uzun uzun düşündürdü bana. Tarihi geriye çevirmek elbette mümkün değil, ancak bazı Özbeklerin “Timur’la Bâyezid savaşmamış olsaydı, İslâm dünyasının manzarası bambaşka olacaktı” şeklindeki varsayımlarına ve eseflerine de hak vermemek imkânsız.
***
Özbekistan’la Anadolu’nun bağlantıları bahsinde İmam Buhârî ve Timur’dan başka, kabri yine Semerkand’da bulunan İmam Maturidî ve Nakşîbendi silsilesinin temsilcilerini de elbette hatırlamak gerekiyor. Anadolu, Orta Asya’da ve bilhassa bugünkü Özbekistan havalisinde karılan malzemenin adeta bir hülasası ve neticesi durumunda. Dilden kültüre, inançtan ibadet pratiklerine her şey o kadar benzer (ve bazen aynı) ki, tek ve coşkulu bir hikâyenin farklı bablarını teşkil ettiğimizi söylemek yanlış olmaz. Daha fazla tanışmak ve daha fazla birbirimize karışmak, bundan böyle temel vazifemiz olmalı. Seyahatlerle, okumalarla, tesis edilecek kurumsal münasebetlerle…
***
Yusuf Selman İnanç kardeşimin yetkin çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “Kayıp Aydınlanma” (S. Frederick Starr) kitabı yol boyunca elimin altındaydı. Orta Asya’nın İslâm’la tanıştığı dönemden, Timurlular devletinin sonuna kadar bölgede yaşanan medeniyeti ele alan kitap, bu toprakları derinlemesine kavramak isteyen herkes için gerçek bir kılavuz. Bu vesileyle, “Orta Asya’ya dair ne okuyayım, neyle başlayayım?” diyenler için, “Kayıp Aydınlanma”yı sitayişle tavsiye etmiş olayım.
***
Özbekistan’da geçirdiğimiz yaklaşık bir hafta boyunca türlü ikramlarına, muhabbetlerine, fedakârlıklarına ve içtenliklerine şahit olduğumuz, hepsine de isimlerinin sonuna “Eke” (daha çok “ağabey” anlamında) takısını getirerek hitap etmeye alıştığımız Özbek kardeşlerimizden biri, Buhara’dan ayrılırken sormuştu: “Buhara yaktı mı?” Özbekçede “yakmak” ifadesiyle, beğenmek ve hoşlanmak fiilleri kastediliyor. Birkaç saniyelik bir duraklamadan sonra, gülümseyerek “Evet, yaktı yaktı” diye cevaplamıştık bu soruyu. Hoşlanmak ve yakmak, düşününce, gerçekten da yakından alakalı kavramlar.
Taşkent, Hive ve Buhara’nın üzerine Semerkand’ı da gördükten sonra, “Özbekistan yaktı mı?” diye bana soracak olsalar, tereddütsüz şekilde vereceğim cevap artık hazır: “Yaktı yaktı, hem de nasıl!”
(YENİ ŞAFAK)
Etiketler: Taha KılınçYorum yapabilmek için Giriş yapın.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
02 Mart 2020 YAZARLAR
02 Mart 2020 YAZARLAR
04 Ocak 2020 YAZARLAR
03 Ocak 2020 YAZARLAR