Son Dakika
Lübnan’ın başkenti Beyrut’tan kuzeye doğru devam ettiğimizde, karşımıza önce Cunye şehri, daha sonra da tarihî Cubeyl (Byblos) kasabası çıkar. Meraklı okuyucu Cunye’yi “Feylesof” Rıza Tevfîk Bölükbaşı’nın 1934-36 arasında yaşadığı şehir olarak belki hatırlayabilir. Cubeyl de Fenikelilerin kullandığı aktif bir liman olarak, muhtemelen tarih severlerin gözünden kaçmaz. Her ikisi de özellikle mimarî açıdan klâsik Lübnan’ı yansıtan Cunye ve Cubeyl’i geride bırakarak, seyahatimize devam edelim. Asıl varacağımız yer, buralar değil çünkü.
Cubeyl’in kuzeyindeki Amşit kasabasından hemen sonra, yolun kıvrılarak dağlara doğru devam ettiği yerden sağa saptığımızda küçücük bir köye ulaşırız: Husrayel. Lübnan’ın diğer birçok dağ köyünde olduğu gibi, burası da sırtını yamaçlara yaslamış, sedirlerin gölgesinden Akdeniz’i seyretmektedir. Köyün içlerinde, küçük bir evin önünde bir heykel yer alır. Soluk rengi nedeniyle yüz hatları çok seçilemeyen bu heykel, Ortadoğu yakın tarihinin en ilginç figürlerinden Farac el Hulv’dan geriye kalan tek şeydir. Ne bir mezar, ne bir kişisel eşya, ne de başka bir hatıra… Trajik hikâyesi hâlâ Ortadoğu’nun arka sokaklarında anlatılagelen Farac el Hulv’un başına gelenler, bölgemizde insan hayatına nasıl bakıldığının da adeta bir özeti gibidir.
En başından alarak, özetleyelim:
Farac el Hulv, 6 Haziran 1906’da, Mârûnî Hıristiyan bir ailenin oğlu olarak Husrayel’de dünyaya geldi. Temel eğitimini Lübnan’ın çeşitli okullarında tamamladıktan sonra, Suriye’nin Humus kentindeki bir Hıristiyan okulunda Arapça öğretmeni olarak çalışmaya başladı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Fransızlar tarafından işgal edilen ve manda yönetimi altına alınan Suriye’de, özellikle Arap milliyetçiliği fikri üzerinden ciddi bir direniş cephesi oluşmuştu. Ön plana çıkan, protestolar örgütleyen, yayın yapmak suretiyle kamuoyu oluşturmaya gayret eden herkes, Fransızların hedefindeydi. Farac el Hulv da bu karmaşık dönemin aktif isimleri arasındaydı. Öğretmenlik görevini sürdürürken, bir yandan da Fransızlara karşı kamuoyunda bir uyanış meydana getirmenin derdindeydi. Ama onun çizgisi daha çok Komünizm ideolojisi çerçevesinde şekillenmişti. Suriye’de Komünist düşünceyi benimseyen Farac el Hulv, ülkesinde Komünizmi yaymak üzere, 1930’ların başında Lübnan’a döndü.
1934’te Sovyetler Birliği’ni ilk kez ziyaret eden Farac el Hulv, izlenimlerini dönüşte “Yeni Bir İnsanlık, Yeni Bir Dünya Kuruyor” ismiyle kitaplaştırdı. Tahmin edilebileceği gibi, Sovyetler Birliği’nden oldukça etkilenmiş, 28 yaşında idealist bir genç öğretmen olarak, “Sovyet modeli”nin Arap dünyasının içinde bulunduğu problemlerin tek çözüm yolu olduğuna bütün kalbiyle inanmıştı. Bu heyecanla, 1935’te Suriye-Lübnan Komünist Partisi’ne üye oldu, iki yıl sonra da partinin genel sekreterliğine getirildi. Bu dönemde Fransızlar tarafından birkaç defa tutuklanan Farac el Hulv, 1941’de serbest bırakılmadan önce 22 ay hapis yattı.
Suriye ve Lübnan’da tüm bunlar olurken, Filistin topraklarına da yoğun bir Yahudi göçü yaşanıyordu. Koyu bir Arap milliyetçisi olarak, Farac el Hulv, Filistin’in işgaline karşı da şiddetli bir tepki içindeydi. Ama içinde yer aldığı parti yönetiminin, kendisi kadar sert ve direkt tepki ortaya koymaması dikkatinden kaçmıyordu. Nihayet, Filistin topraklarının Araplarla Yahudiler arasında paylaştırılmasını öngören ünlü tasarı, 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildiğinde, Farac el Hulv ciddi bir hayal kırıklığı ve öfke yaşadı. Çünkü “evet” oyu veren ülkelerden biri de Sovyetler Birliği’ydi.
Farac el Hulv ve birkaç arkadaşı, seslerini yükselterek Sovyetler Birliği’nin tercihini kınayan açıklamalarda bulundular. Kısa süre içinde, bizzat parti yönetiminden kendilerine ağır suçlamalar yöneltildi. “Bozguncular”, “fitneciler”, “tahripçiler” gibi çok sayıda itham ardı ardına sıralanırken, Farac el Hulv için zor günler başlamıştı. İdealleştirdiği ve bütün hayallerini üzerine bina ettiği ülke, Sovyetler Birliği, şimdi onun için en büyük hayal kırıklığına dönüşmüştü. Partisi kendisini dışlamasına rağmen, yine de Komünizm’e olan bağlılığını koruyan Farac el Hulv, birkaç yıl sonra yeniden parti yönetiminde yer aldı.
1958 başında, Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnâsır’ın önayak olmasıyla Mısır ve Suriye “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adıyla birleşince, Suriye-Lübnan Komünist Partisi, örgütlenmesini birbirinden ayırmak durumunda kaldı. Partinin merkez yönetimi Beyrut’ta bulunurken, Farac el Hulv’a da Suriye’deki örgütlenmeyi gizli bir şekilde organize etme görevi verildi. Farac bunun üzerine Beyrut-Şam arasında mekik dokumaya başladı. Ne var ki, yürüttüğü “gizli” faaliyet, Mısır istihbaratının gözünden kaçmamıştı. Şam’daki parti hücrelerinden satın alınan adamlar eliyle, Farac pusuya düşürülecekti.
25 Haziran 1959’da, Şam’da partinin hücrelerinden birini ziyaret eden Farac, kapıda selamla karşılanmasının ardından, içeride bekleyen infaz timi eliyle fiziksel işkenceye maruz kaldı ve işkence altında can verdi. Cesedini önce evin bodrumuna gömen cellatlar, daha sonra keşfedilme korkusuyla cesedi Şam’ın Gûta semtine götürüp sülfürik asit havuzunda erittiler, havuzun suyunu da Barrâda Nehri’ne akıttılar. Farac el Hulv’ın başına gelenler, 1961’den sonra bazı itiraflarla ortaya çıktı.
Farac el Hulv olayı, hâlâ birçok yönden bilinmezlikler içermeye devam etmekte ve -Ortadoğu’daki diktatör yönetimlerin muhaliflerine neler yapabileceğine dair feci bir örnek olarak- dehşetle hatırlanmaktadır.
(YENİ ŞAFAK)
Etiketler: Taha KılınçYorum yapabilmek için Giriş yapın.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
02 Mart 2020 YAZARLAR
02 Mart 2020 YAZARLAR
04 Ocak 2020 YAZARLAR
03 Ocak 2020 YAZARLAR