Son Dakika
Orası neresi?
Burası kesin ve keskin bir yalnızlıktan yapılma bakımsız, köhnemiş bir kulübe. Burada ikindiden sonra taraçaya konan şakrak kuşlar yok. Burada yerini sevdiği için şımarıveren akşamsefaları yok. Burada hayatı kırk yıl birlikte yaşayıp şimdi de ölümü birlikte bekleyen sevimli bir ihtiyar çift yok. Uzamış sakallar, eprimiş gömlek dirsekleri, küflenmiş tabaklar, sararmış gözler var. Çaresizlik var burada. Hatırlamanın çaresizliği. Unutamamanın çaresizliği. Umut edememenin.
Orası neresi?
Burası kalpleri onarılmayacak kadar kırılmış insanların son durağı. Niçin bunca kırılmışlar anlamak zor. Üstelik hepsi birbirine benziyor. Yürüyüşlerindeki güvensizlikten tanıyoruz onları. Dalıp dalıp gitmelerinden biliyoruz. Gülmekle geçmiyor hüzünleri, ağlamakla bitmiyor. Bitimsiz bir maratonun finiş çizgisini asla göremeyecek, üstelik kazanmayı da asla istemeyen yarışçıları onlar. Koşmakla elde edebilecekleri bir şey olmadığını bile bile koşuyorlar. Muazzam bir ritimsizlikle, düzensiz öksürüklerle, düzenli ağrılarla koşuyorlar. Kalplerini kim kırdıysa ona doğru değil, kalplerini kim kırdıysa ondan kaçarak değil… Koşuyorlar işte öylece.
Orası neresi?
Burası birbirini asla anlamayan insanların çölü… Çünkü burada herkes konuşuyor ve kimse dinlemiyor birbirini. ‘Tanrı’yı küstürüyorlar gevezelikleriyle. Çöllerini her gün biraz daha kızgın bir yer haline getirdiklerini bile bile, yaşamak için bir mazeretmişçesine durmadan konuşuyorlar. Bir an olsun akıllarına gelmiyor susmak. Uykuda, rüyada, yakazada… Neredelerse orada konuşuyorlar ve incitiyorlar kendilerini. Ne konuştuklarını bilmeden konuşuyorlar. Hayat hakkında ve ölüm, insan hakkında ve dünya, isyan hakkında ve uyum, aşk hakkında ve pişmanlık… Her şey için söyleyecek kelimeleri, kurulacak cümleleri var ve hayır, önemli değil kimsenin onları dinlememeleri. Çeneleri konuşamayacak kadar yorulunca korkularından intiharı düşünüyorlar ve çok korkuyorlar hayatlarının ellerinden gitmesinden. Tuhaflık da burada işte… Hem yaşamıyorlar hem korkuyorlar ölümden. Üstelik ölüme de inanmıyorlar. Üstelik hiçbir şeyi yeteri kadar karmaşık bulmuyorlar. Son derece basit formülleri var. Konuşuyorlar ve susmuyorlar. İçlerinden biri kazara öldüğünde mezarına gidip ağızlarını toprağa dayıyorlar ve konuşuyorlar. Amatör bir kâbus gibiler. Profesyonel bir rüya olduklarını düşünüyorlar.
Orası neresi?
Burası daha önce hiç gireni olmamış bir gönül. İstersen, yani gerçekten bir anlığına bile olsa istersen çekinme. Buyur gir içeri. İçeride kimseye göstermediğim rengârenk hayallerim yok. Çünkü hayal kurmayı beceremiyorum. İçeride göreni şaşırtacak parlak benzetmelerim, pırıl pırıl imgelerim, birbirine ustalıkla eklenmiş şıkır şıkır cümlelerim yok. Fakat belki bir fincan nane çayı buluruz. Şu köşeye oturur, kokusuyla sermest olur, ıstıraplarımızı buhuruyla dağıtmaya çabalarız. Sana ismini bildiğim bitkilerden söz ederim. İsmini bilmediğim uzak yerlerden bahis açamam fakat. Gönlünün şehrinden hiç dışarı çıkmamış bir mahkûmum ben. Kıraç bir yamacın eteğine benzer şehrim. Anlatacak bir şey yoktur. Üç bin yıllık atalarımızdan kalma bir taş, altın varaklı bir çeşme, sokağa öpücük gibi kondurulmuş bir köşk, gölgesinde kendini koca bir ormanda saydığın çınar… Hiçbiri yoktur. Hem girmeyeceksen de dert etme. Uzaktan sevmelerin birincisidir gönlüm. Hatta belki en güzeli uzaktan sevmektir. Nane çayı kalsın.
Orası neresi?
Burası başı hiç okşanmamış bir yetimlik. Burası ellerinin yokluğu. Burası yokluğun dibi. Burası dünya en nihayet… Yeteri kadar güzel, yeterinden fazla çirkin… Burası dünya. İkimiz de bunu bilmezden gelerek kalabilir miyiz acaba hayatta?
(YENİ ŞAFAK)
Etiketler: İsmail KılıçarslanYorum yapabilmek için Giriş yapın.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
02 Mart 2020 YAZARLAR
02 Mart 2020 YAZARLAR
04 Ocak 2020 YAZARLAR
03 Ocak 2020 YAZARLAR